Ziya Yılmaz TİP’ten THKP-C’ye, Karadeniz’’den Türkiye’ye

0 1.339
image_pdf

İlk Mahir düşmüştür.

Kayıtlarda alnından vurulduğu yazılmaktadır. Mahir Çayan 26 yaşındadır ve THKP’nin kurucu lideri . Ne ilk kurşunu ona sıkmaları tesadüftür ne de onun vurulma ihtimaline karşı çatıya çıkması.

THKP’nin lider kadrolarından Ziya Yılmaz, Mahirler Kızıldere’de kuşatıldıklarında emniyette işkence altındadır. Günlerce, Mahirlerin nerede olduğuna ve Karadeniz’e doğru yola çıktıklarına dair bilgiler polise ulaştıktan sonra, grubun Fatsa’da kimlerle irtibat kurabileceğine dair soruları yanıtsız bırakmıştır.
Ziya Yılmaz’ın işkencecilerinden binbaşı Necati, elindeki Tercüman gazetesini Ziya Yılmaz’ın hücresine sevinç çığlıkları ile atmış, “seninkileri öldürdük” demiştir. Ziya Yılmaz göz ucuyla gazetedeki habere bakmış ve sessizliğe gömülmüştür. “Böyle bir acıyı ne o güne kadar ne de sonrasında yaşamıştır” Ziya Yılmaz.

O ana kadar binbaşı Necati çaresiz, Ziya Yılmaz güçlüdür. Mahirler katledildiğine göre, Ziya Yılmaz’a soracak sorusu kalmamış, iş duygusal açıdan acı çektirmeye gelmiştir. Belli ki binbaşı Necati, işkencede çözemediği Ziya Yılmaz’dan intikam almak istemektedir.
İşkenceci binbaşı hücrenin önüne gelip Ziya Yılmaz’ı kahreden o soruyu sorar: “Ertan Saruhan neyin olur Ziya, Fatsa’dan de mi o herif, o öldü.”
Döner dolaşır bir kez daha gelir: “Nihat Yılmaz amcanın oğluydu de mi Ziya, geberdi gitti işte.”
Yetinir mi işkenceci: “Ömer Ayna yakın arkadaşın mıydı Ziya, o da öldü.” Neredeyse her ölen için ayrı ayrı dayanır kapıya.

En sona Mahir’i bırakır. Ziya Yılmaz’ın canını acıtmak için sarf ettiği cümleler Mahir’in bizler açısından önemini tescil etmiştir. İşkenceci binbaşı bir cümleyle Türkiye devrimci hareketinin tarihini özetlemiştir aslında:

“Mahir Çayan sizin başkandı de mi Ziya, en çok o öldü.”

İlk ve en çok Mahir ölmüştür. İlk ve en çok öldüğü için o, Mahir Çayan olmuştur. İlk ve en çok ölerek 26 yaşındaki delikanlı, liderlerin nasıl yaşaması ve nasıl ölmesi gerektiğini göstermiştir. Kendi hayatını bir başka arkadaşının hayatından daha değerli görenlerin lider olmasının mümkün olmadığını ilk ve en çok ölerek kanıtlamıştır Mahir.

TİP’ten THKP-C’ye, Karadeniz’’den Türkiye’ye Ziya Yılmaz

Aslen 60’lı ve 70’li yıllardan çağrılan bir isim olan Ziya Yılmaz, Türkiye devrimci tarihi açısından önemli isimlerden birisidir. Ziya Yılmaz, temelde iki açıdan önemlidir: Birincisi, 1960’lı yılların ikinci yarısında Karadeniz’de beklenilenin çok ötesinde yaygınlaşmış / kabul görmüş olan Türkiye İşçi Partisi’nin etkinliği ile ilgilidir. Kısa bir zaman aralığında Karadeniz’in neredeyse bütününü kapsayan bir sürecin önde gelen mimarlarındandır, İkincisi, Türkiye sol tarihinin ana-damarlarından olan THKP-C’nin kurucularından ve önderlerindendir. Öte yandan, 2011 yılında hayata gözlerini yuman Ziya Yılmaz, tüm bu süreçlere ilişkin konuşmamış birisidir. THKP-C’nin bütün eylemlerinde yer almış ve çatışmada yaralı yakalandıktan sonra 15 yıldan fazla bir süre cezaevinde tutulmuş olan Ziya Yılmaz’ın aktardıkları, gerek tarihe ilişkin gerekse de günümüze ilişkin pek çok soruya cevap bulunabilmesine imkân sağlamaktadır.
Benzeri anı kitaplarında genellikle iki yöntem tercih ediliyor. Kişi ya otobiyografik bir çalışmayla yaşadıklarını paylaşıyor ya da mülâkatlar aracılığıyla anlatıyor. Sizin kitabınızda ise durum biraz daha karışık görünüyor. Yani, klasik anlamda bir anı çalışması olarak değerlendirilebilecek kısımlar olmasına karşın, belirli açılardan bir araştırma çalışması olarak da değerlendirilebilir. Kitabın başlangıcında da değindiğiniz “yöntemsel” konuyu biraz açar mısınız?
Öncelikle belirtmek isterim ki, yapmaya çalıştığım şey kitap boyunca Ziya Yılmaz’ın yaşadıklarını ve gözlemlerini anlatabilmek kadar, konunun ve tarihin sadece Ziya Yılmaz olmadığına vurgulamaktı. Elbette anlatılanlar Ziya Yılmaz’ın yaşadıklarıdır ve gözlemleridir. Bu bile başlı başına değerlidir; keza onca şeyi yaşamış ancak sonrasında konuşmamış bir devrimci olarak Ziya Yılmaz’ın aktardıkları tarih açısından, pek çok tartışma açısından ziya_yilmaz_beycelli önemlidir. Öte yandan bu tarih salt kişi yahut kişilerle ilgili değildir, aktörleri olarak onların tarihidir ancak tarihi determinist bir yöntemin ötesinde değerlendirmek gerekiyorsa -ki benim için öyledir- günümüz açısından da kimi çıkarsamalara ulaşmak gerekmektedir. Keza tarih şu anda bile yaşanmaya devam etmektedir. Bu nedenle kitap boyunca, konu bahsi olay, olgu ve süreçlere ilişkin mümkün mertebe ek bilgiler vermeye çalıştım. Bu niyetim, kimi okuyucular açısından fazla akademik bulunabilir ama tarihi kişinin anlattıklarının ötesinde, günümüze uzanan bir hat olarak görebilmek için bundan başka bir yolum da yoktu. Bunun içinde kaynak göstermeden, belirli belgelere dayandırmadan, yöntemsel açıklamalar yapmadan yol alabilmem mümkün değildi.
Öte yandan bu çalışma akademik bir bildiri, sunum vb. değil. Gerek Ziya Yılmaz’ın anlattıkları açısından gerekse de Ziya Yılmaz’la belirli bir ilişkim olması açısından belirli bir oranda duygusal anlamların olması da kaçınılmazdı. Ki bunu da abes görmüyorum. Nihayetinde tarihi şu ya da bu biçimiyle insan edimler ve bu duygulardan bağımsız değildir.
Kitabın teknik anlamda yazımına ilişkin uzun bir açıklamayı zaten kitapta yaptım, bir de burada ayrıntılı tekrar yapmayayım. Özetle, Ziya Yılmaz’ın farklı kişilerle gerçekleştirdiği sohbetleri belirli üst başlıklarda birleştirdim. İsminin geçtiği yazılı ve görsel eserleri inceledim ve ilgili olduğunu düşündüğüm yerlerde bunları değerlendirdim. Sizin de söylediğiniz gibi, becerebildiğim ölçüde araştırdım ve Ziya Yılmaz’ın anlattıklarını aktarırken, resme daha geniş bir açıdan bakılabilmesini mümkün kılmaya çalıştım.
“Türkiye devrim tarihi” açısından bu kitabı önemli kılan nedir? Bize ne anlatıyor, hangi dönemi anlatıyor?
Türkiye siyasal hayatında 1960’ların ikinci yarısı ve 1970’lerin ilk dönemi belirli açılardan “kurucu” bir dönemdir. 1960’lı yıllara kadar belirli bir sol/sosyalist damardan bahsetmek mümkün lakin 1960’lı yıllar itibariyle, özellikle TİP’in açtığı yolla toplumsallaşabilmiş bir sol söz konusudur. Bu süreç elbette dünyadaki gelişmelerden, solun evrensel anlamda kitleselleşmesinden bağımsız değildi.
Ben 1960-1980 periyodunu Türkiye sosyalist solu açısından bir tür “altın çağ” olarak değerlendiriyorum. Bu ifadeyle, elbette her şeyin muhteşem, olağanüstü olduğu gibi bir sonuca varmıyorum. Lakin, Türkiye siyasal hayatının son 100 yıllık tarihi göz önünde tutulacak olursa, sol açısından bu 20 yıllık dönemde meydana gelenler, öncesi ve ardılı tarihlere göre çok daha parlak, kitlesel ve üretkendir.
Ziya Yılmaz’ın anlattıkları bu dönemin genel tartışmalarını, algılarını, düşünce biçimlerine ilişkin çeşitli bilgiler sağlaması açısından önemlidir. Ki, Ziya Yılmaz 68’li olarak anılan kuşaktan yaklaşık 10 yaş daha büyük birisidir. Aynı zamanda “okullu” değil, “alaylı”dır. Yani, sol ile tanışması her ne kadar 1960 öncesine dayanıyor olsa da, belirli bir pratiğin içinde yer alması -ki bunlar TİP ve THKP-C süreçleridir- öğrenciliğinden çok sonraya, memleketi Fatsa’ya askerliğini tamamlayıp dönmesinden sonra gerçekleşmiştir. Benim açımdan olumlu anlamda “alaylı” olması da buradan gelmektedir.
Ziya Yılmaz’ın siyasal anlatımları ise 27 Mayıs 1960 öncesinden başlıyor. 1960 öncesi siyasal atmosferi, gözlemleri ve değerlendirmeleri çerçevesinde aktarıyor. Kitabın asıl odak kısmını oluşturan TİP’in Fatsa’da inşa edilişi ve kitleselliğini anlatıyor. Akabinde, 1968-1970 yıllarında, diğer pek çok devrimci gibi, yeni arayışlara yöneliyor ve THKP-C’yi oluşturacak çekirdekle ilişkileniyor. Hareketin kurucu unsurlarından birisi oluyor. THKP-C’nin bütün eylemlerinde yer alıyor, değerlendirmelerinde bulunuyor. Hareket henüz ilan edilmeden önce, maddi kaynak bulma adına çeşitli banka soygunlarından Mete Has’ın kaçırılması ve fidye karşılığı salıverilmesine, 12 Mart muhtırasından hemen sonra gerçekleşen ve aynı zamanda hareketin kamuoyuna ilan edildiği ve o günlerde müthiş bir etki yaratan İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılması ve infaz edilmesi eyleminden; Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı, Ömer Ayna ve Cihan Alptekin’le Maltepe Askeri Cezaevi’nden firar etmelerine, firar döneminde yaşananlara kadar çeşitli bilgiler paylaşıyor Ziya Yılmaz.
Özetle, kitap aslen 1960 öncesinden 1974 yılına kadarlık bir dönemi aktarıyor. Bu dönemin “solun tarihi” açısından önemiyse, o dönemde meydana gelen kimi olgu ve olayların izlerinin günümüze kadar uzanmış olmasıdır. Özellikle 1970-71, devrimci tarih açısından bir kırılma noktasıdır ve Ziya Yılmaz bu dönemin önde gelen yapıcılarından birisidir; günümüze kadar konuşmamış yapıcılarındandır…
Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı gibi efsaneleşmiş devrimcilerin, bir devrimci ve tarihi kişilik olmanın yanı sıra pek bahsedilmeyen günlük hayatlarına dair ne gibi veriler barındırıyor?

“şimdi bayrak üstünde salınıyor, bize miti değil fikri yetiyor”.

Kitap açısından önemsediğim kısımlardan birisi de budur. İsimlerini andığınız ve daha niceleri gibi bu devrimciler şüphesiz çok ama çok değerlilerdir. Yaşamı daha güzel kılabilmek için yaşamlarını feda etmekten kaçınmamış; düşünmüş, sorgulamış, yazmış ve düşünsel yaklaşımlarını somutlaştırmak için adım atmış, kısaca eylemekten de kaçınmamış insanlardır.
71 döneminin devrimcileri günümüzdeyse -tüm iyi niyetlerle birlikte- “gerçeküstü” bir algıya hitap etmektedirler. “Nasıl düşünüldüğü”, “ne için eylemlendiği” bazen gözden kaçmakta, sanki tarih öncesinden bahsedilen masal kahramanları gibi aktarılmaktadırlar. Bence bu durum faydadan çok zarara yol açmaktadır. Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Ulaş Bardakçı vb. isimlerle bütünüyle duygusal bir ilişki kurulması, devrimciliği salt bir “inanç” biçimine dönüştürmektedir. “İnanmak” ve “bilmek” arasındaki epistemolojik fark ise tam burada somut karşılığını buluyor. Bu açıdan, Bandista’nın bir şarkı sözünü çok severim: “şimdi bayrak üstünde salınıyor, bize miti değil fikri yetiyor”. Geçmiş dönemlerin “öncü” devrimcilerini bu eksende değerlendirebilmenin daha sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Ziya Yılmaz’ın anlattıkları ve anlatış biçimi de bu paralelde ilerliyor.
İşin gerçeği, kitap üzerinde çalışırken en keyif aldığım kısımlar da bu devrimcilere ilişkin insani paylaşımların olduğu kısımlardı. Örneğin, Ulaş Bardakçı’nın son derece espritüel, yaratıcı ve tiyatral yeteneklerinin olduğunu öğrendim. Özellikle cezaevinden firar edildikten sonra Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz’ın beraber saklandıkları günlerde, dışarıyla ilişkiyi kurmakta Ulaş Bardakçı’nın daha fazla sorumluluk aldığını öğrendim, Ziya Yılmaz’ın anlattıklarından. Çünkü, Ulaş Bardakçı -tüm diğer özelliklerinin yanında- müthiş bir tiyatral yeteneğe sahipti. Aynı şekilde, firar etmeden önce, Ziya Yılmaz’la özel ilişkilerinden kaynaklı, Ziya Yılmaz’ın Ulaş’a “firari” ismini verdiğini öğrendim. Keza “firar” etmeyi bir an bile aklından çıkarmayan bir Ulaş Bardakçı var. Benzer şekilde Mahir Çayan, Yılmaz Güney, Hüseyin Cevahir gibi devrimcilerin “insani” yönlerini de gözlemleyebildim.
O dönemde yapılmış olan çeşitli eylemliliklerin arka planı neydi? Belirli açılardan anlaşılır sebepleri olan silahlı direniş hareketlerinin siyasal etkileri nelerdir? Kitabınız bu sorulara nasıl yanıt veriyor, bizimle paylaşır mısınız?
Aslında Ziya Yılmaz’ın aktardıkları çok temel bir konuya, soruya daha değiniyor: THKP-C salt maceracı bir gençlik hareketi miydi? Cevap çok net olarak verilebilir: Hayır. Çünkü THKP-C bir anda ortaya çıkmış, heyecanlı üniversite öğrencileri topluluğu olmaktan ötedeydi. Bunu söyleme ihtiyacı duyuyorum keza günümüzde, kimi sol-liberal çevrelerde bu minvalde bir algı üretiliyor. Tersinden düşünecek olursak, öyle ya da böyle günümüze kadar uzanan bir THKP-C tartışmasından bahsediliyorsa, bu THKP-C’nin maceracı bir gençlik örgütü olmadığının bir başka cevabıdır. Evet, THKP-C kısa bir zaman aralığında yaşamıştır ama ardından gelen dönemler açısından -ki 1974-1980 aralığı bunun en belirgin halkasıdır- büyük bir etki bırakmıştır. Buradan da gözlemlenebileceği üzere,
THKP-C’nin kuruluşundan önce 2-3 yıllık bir ön çalışma vardır. Özgün kavram ve kavramsallara sahiptir. Politik-stratejik hattını bu çalışmalarla, teorik yaklaşımlarla oluşturmuştur. Eğer durum bu olmasa, Ziya Yılmaz gibi “yaşı kemale ermiş”, Fatsa’dan kalkıp en sert-radikal eylemlere katılmış birisinin bu çevrede bulunmasını, hatta kurucu unsurlardan birisi olmasını anlamlandırmak da zorlanabilirdik. Aynı şekilde, Orhan Savaşçı gibi askeriye içinde bulunan birisinin yahut Ertan Saruhan, Ahmet Atasoy, İsmet Öztürk gibi farklı sosyal tabaka ve üretim ilişkilerinde bulunan isimlerin THKP-C bünyesinde bulunmalarını anlamak zorlaşır.
Sorunuzun odak noktasına dönecek olursak… Ziya Yılmaz’ın anlatımlarından da takip edilebileceği üzere, 12 Mart 1971 Muhtırası açıklandığı günlerde, nasıl bir yaklaşıma sahip olduğu doğrudan anlaşılamamıştı. Kimi çevreler, bunun sol bir darbe olduğunu düşündüğü yahut uzunca bir süredir bu beklentide olduğu için nispeten daha toleranslı bir yaklaşım sunmuşlardı.
THKP-C ise, askeriye içinde bir daha yakalanamayacak ölçüde bir etkiye sahip olmasına karşın, darbe-muhtıra-cunta yaklaşımlarına daha uzak durmuş, Mahir Çayan’ın teorik çerçevesinde “krizi derinleştirme” stratejisini izlemişti. Nitekim, 1. Erim Hükümetinin düşmesine yol açacak kimi eylemlerde bulunmuş, Elrom’un kaçırılması ve infaz edilmesi eylemiyle süreci son derece hızlandırmıştı. Ama öyle ama böyle, silahlı bir mücadele doğrudan iktidarı hedef alan bir politik stratejiyle yol almıştı, almaya çalışmıştı. THKP-C’yi dar bir çevrenin macerası olarak görmek, en hafif tabirle haksız ve yanlış bir yorum olacaktır.
Ziya Yılmaz’ın anlatımları da bu eksende değerlendirilebilir. Nitekim Ziya Yılmaz, THKP-C’nin çok daha uzun erimli bir direniş örgütlemek amacında olduğunu, bunun için çeşitli girişimlerin ve denemelerin olduğunu aktarıyor. Mesela Karadeniz’de uzun vadeli kır gerillası başlatabilmek gibi bir amaçlarının olduğundan bahsediyor. Günümüze kadar üzerinde pek konuşulmamış denemelerden bahsediyor.
Firar gerçekleşmeden önce, başarılı olması halinde firar sonrasında Ulaş Bardakçı ve Ziya Yılmaz’ın Mahir Çayan’ı yurt dışına çıkarmak gibi bir hedeflerinin olduğundan bahsediyor. Lakin süreç bu şekilde ilerleyemiyor, özellikle Denizlerin idam edilmesini önlemek için başka bir hamle zorunluluğu ortaya çıkıyor ve THKP-C önder kadrosunun bütünü ya imha ediliyor ya da tutsak alınıyor. Bu eksende bakarsak, aslında Mahir Çayan’ın “suni denge” kavramsalı ortaya çıkıyor. Çayan, radikal ve doğrudan hedefe yönelen bir direniş çizgisinin süreç içinde toplumsallaşacağını, destekleneceğini tespit ediyor. Bu noktada ilginç olansa, “vurdukça” kabul görecek bir hareketin destekleneceğini düşünenler, sürecin henüz başında fiilen yok ediliyor ama toplumsallaşma -beklenilenin aksine- bunun üzerine şekilleniyor. Özellikle Anadolu’da büyük bir sempati kazanıyorlar ve 1974-1980 kesitinde kitleselleşen sol sosyalist örgütlenmeler açısından büyük bir potansiyel meydana getiriyorlar.

Barış Mutluay İle Yapılan Konuşma

Devrim yolu engebelidir, dolambaçlıdır, sarptır…

Kurtuluş bayrağı bu yolu tırmanan gerillaların birbirine iletmesi ile oligarşinin burçlarına dikilecektir. Her engebede düşen gerillaların gövdesi bir devrim fırtınası yaratır… Düşen gerillaların kanı devrim yolunu kızıllaştırır, aydınlatır… Düşenler geride kalmazlar, onlar; emekçi halkın kalbinde, ruhunda ve bilincinde, devrimin önder ve itici sembolleri olarak yaşarlar… Ve onlar; liderdirler, liderler devrim savaşında masa başında oturmazlar, bu savaşta en ön safta savaşırlar… Düşenler devrim için, devrim yolunda vuruşarak düştüler. Kalbimize, ruhumuza ve bilincimize gömüldüler… Onlar; kurtululuşa kadar savaş şiarını devrim yolunda kanlarıyla yazdılar… Yolumuz; devrim yolunda düşenlerin yoludur…

Kurtuluşa kadar savaş!

Mahir Çayan

image_pdf
You might also like